BAĞIŞ YAP

Geleneksel Mavera İftarlarının İlki Yapıldı

7 Nisan 2022 Perşembe Mavera Eğitim ve Sağlık Vakfı

5 Nisan Salı günü "Geleneksel Mavera İftarları"nın ilki yapıldı. Vakıf Mütevelli Üyeleri ve bağışlılarımızın davetli olduğu iftar programımız yoğun bir katılımla gerçekleşti. İftar öncesi vakfımız hakkında tanıtım filmimiz gösterilirken ardından Mavera Ödülleri tanıtım videosuna yer verildi. İftarın ardından Kur'an tilaveti yapılırken ardından konuşmasını yapmak üzere Mavera Eğitim ve Sağlık Vakfı Başkanı Mehmet Koca kürsüye çıktı. Aşağıda konuşmanın tam metnini veriyoruz:



Allah’ın selamıyla selamlıyorum sizleri. Salat peygamberimiz, rehberimiz Hz. Muhammed'in üzerine olsun.  

Ramazan ayının arınmamıza vesile olmasını niyaz ediyorum. Öyle temenni ediyorum ki Ramazan ayı boyunca, gündelik meşgalelerin koşuşturması arasında çoğu zaman unuttuğumuz asli yükümlülüklerimizi hatırlar, çokça Allah’ı zikreder, onun merhametine sığınır ve ondan bağışlanma dileriz.

Bir ay boyunca sorumluluklarımızı, bu dünya hayatının geçiciliğini, esas menzilin ahiret olduğunu, büyük günde hesaba çekileceğimizi, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, haklı ile haksızın, hak ile batılın bir birinden ayrışacağı ve her şeyin ilahi bir terazide tartılacağı hakikatini hatırlamış oluruz.

Malum, hafıza-i beşer nisyan ile malul kılınmış. Onun içindir ki, hatırlamak ve de hatırlatmak için vesilelere ihtiyacımız var: Ramazan ayı bunun için çok güzel bir fırsat.


Kabul etmeliyiz ki gündelik hayatımızda Kur’an ile aramızda bir hayli mesafeler var. Çoğu zaman namazlarda hızlıca okuyup geçtiğimiz sureler haricinde, Kur’an ile doğrudan çok az temasımız oluyor. Acı ama itiraf etmemiz gereken bir gerçeklik bu. Tabi Kur’an okumak derken, onun orijinal Arapça lafzının yanında, kendi dilimiz olan Türkçe mealini de okumayı kast ediyorum. Çünkü bugün en çok ihtiyacımız olan bu. Halimizi, içinde bulunduğumuz durumu, bugünü, geçmişi ve bizi bekleyen mukadder geleceği yine en sarsıcı şekilde Kur’an anlatıyor. Kur’an ansiklopedik bir bilgi kitabı değil elbet. Ancak söylemek istediğimi yine Kur’an’dan bir ayetle izah etmeye çalışayım


Allah’u Teala Bakara suresi 286’cı ayette şöyle buyuruyor:


“Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et.”  (Bakara 286)


Sadece bu ayetin mealini ezberlesek, gün içinde içimiz daraldıkça, bu dünyanın süslü zinetleri zihnimizi bulandırdıkça, kendi içimizden bunu okusak bile, malul kılındığımız unutma hastalığının pençesinden bir nebze olsun güvende oluruz diye inanıyorum.


Değerli kardeşlerim,


Bugün size anlatmaya çalıştığım bu unutma hali, öylesine geçiştirebileceğimiz bir hal değil. İslam dünyasının neredeyse 3 asırdır, duçar olduğu bir hastalık… Koca bir ümmeti felç eden bir hastalıktan söz ediyorum. Öyle bir hastalık ki adeta zihinlerimizi ve kalplerimizi bir atalet uykusuna mahkum kılmış. Asırlardır devam eden bu ataletin bedelini çok ağır bir şekilde ödüyoruz. Şehirlerimiz yağmalanıyor, insanlarımız yerlerinden yurtlarından çıkarılıyor, kendi doğdukları topraklarda bir esir olarak doğup ve bir esir olarak ölüyorlar. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Son on yılda yok olan şehirlerimiz var. Halep, İdlip, Sana, Aden, Bingazi, Traplusgarp ve daha niceleri….


Uçtan uca on yıllardır bir savaş meydanı olmuş ya da üstü açık bir esir kampına dönmüş coğrafyaların çocukları umuttan yoksunsun bir dünyaya doğuyorlar. Afganistan, Irak, Filistin, Arakan, Somali, Sudan, Mısır… Sömürgeci Batının adeta bir ahtapot gibi dört bin yandan sarmaladığı koca bir Kıta Afrika…Hepsi aynı hastalığın kurbanları.


Kıymetli kardeşlerim!


Unuttuk ve kaybettik. Bu dünyada kaybetmekle kalmadık, ilahi mesajla aramızdaki rabıtayı da yitirdik. Gittikçe koyulaşan bir karanlığın içinde başıboş bir şekilde dolanıp duran bilinçsiz kalabalıklar halinde zamanı tüketen bir ümmet olduk.


Bu karanlık dünyada bize sunulan iki seçenek var; ya kapitalist sistemin devamlılığını sürdürmek için karın tokluğuna çalışan yığınların içinde zayıf bir birey olmak ya da yine bu sitemin devamlılığı sahiplenecek güçlü aktör olmak: İşveren, yönetici, politikacı, bilim adamı unvanlar değişebilir, ama her nerede duruyorsak duralım bizden beklenen kayıtsız şartsız bu kapitalist sistemin bir dişlisi olmamız. Bunun içindir ki, iki ayrı uç arasında gidip geliyoruz sürekli; ya daha çok sahip olmak için daha büyük bir dişliye dönüşme hırsı ya da gelecek kaygısının altında ezilmiş olmanın muazzam zayıflığını esir alıyor kalplerimizi.


Kapitalizmin güçlü bir mümessili olmak ya da zayıf bırakılmış bir çağdaş bir köle olmak dışında bir üçüncü yol bulmalıyız. Bu ihtiyari bir temenni değil. Bu Allah’ın bu dünyada bizlerden yerine getirmemizi istediği en temel yükümlülüklerden birisi diye inanıyorum.


Elbette bugün itibariyle imkanlarımız, entelektüel birikimimiz oldukça sınırlı. Bugün dünyaya hakim sistemler karşısında var olabilmemiz için dar alanlara hapsolmuş durumdayız. Ama bir yerden başlamak, küçük dünyalarımızda kuracağımız mütevazi korunaklı sığınaklarla yola koyulmamamızın önünde hiçbir engel yok.


Bu noktada iki önemli şahsiyetin adını anmak istiyorum. Birincisi Aliya İzzet Begoviç. Aliya o günün Yugoslavya’sında daha liseli yıllarda Genç Müslümanlar Derneği’ne üye oluyor ve aktif bir şekilde çalışıyor. Şöyle bir zihnimizi tazeleyelim: 1940’ların dünyasında İslam dünyasının çok sert bir çöküşün hemen sonrasında, dönemin Yugoslavya’sında birkaç genç bir araya gelerek küçük bir çatının altında bir araya geliyor ve o yapabilecekleri her ne varsa onun sorumluluğunu duyuyorlar. İkinci dünya savaşı sonrasında O dört genç tutuklanıyor ve Aliya 3 yıl hapis yatıyor. Çıkıyor, evleniyor, hayatına devam ediyor. Ziraat fakültesi okumaya başlıyor, zorluklar müsaade etmeyince hukuk tahsil etmeye devam ediyor bu defa. Sonraki yıllarda Tito Yugoslavya’sında kendi küçük dünyasında oldukça mütevazi bir hayat sürüyor. Şirketlere hukuk danışmanlığı veriyor, ama bütün bunlarla birlikte; bir istikameti hiç yitirmiyor. Yani kendisine yüklenen sorumluluğu UNUTMUYOR!


Benzer şekilde söz etmek istediğim bir diğer şahsiyet de Malik bin Nebi. Kendisi Cezayir doğumlu, malum o yıllarda Cezayir Fransızların işgali altında. 1930 yılında, 25 yaşındayken Fransa’ya gidiyor. Burada ihtiyaç sahibi öğrencilere yardım eden bir Hristiyan yardım derneğine üye oluyor ve burada çalışmalara katılıyor. Zorluklarla geçen yıllarında Malik bin Nebi’de Fransa’da bir müddet hapis yatıyor. Burada kaldığı dönemde Fransa’daki Afrikalı işçilerin haklarıyla ilgili faaliyetlere destek veriyor. Bu zaman zarfında kitaplarını Fransızca olarak kaleme alıyor. Çünkü bir Cezayirli olmasına, ömrünün 25 yılı kendi ülkesinde geçmiş olmasına rağmen Arapçası oldukça zayıf. Sonraki yıllarda Mısır’a gidiyor, orada Arapçasını geliştiriyor ve akabinde eserlerini Arapça olarak kaleme alıyor.


Aliya’nın ve Malik bin Nebi’nin hayatındaki ortak değer: Sürekli ayık bir bilinç hali söz konusu. Hatta bu ayık hal öyle arı duru bir istikamet üzere de değil. Şöyle ki, Aliya lise yılları sonrasında bir müddet sosyalist düşüncesinin etkisinde kalıyor ve bu minvalde bir aktivitelere katılıyor. Kendi deyimiyle çocukluktan özellikle annesinden kendisine vermiş olduğu doğal İslam kültürü onu istikamet üzere tutuyor.


Zorluklar karşısında takatimiz tükenebilir, dünya hayatının parıltılı süsleri gözlerimizi kamaştırabilir, gelecek kaygısının pençesinde çaresizliğe düşebiliriz. İnsan olmanın bütün zaaflarını yaşıyoruz ve kaçınılmaz olarak yaşayacağız. Bütün bunların yanında Kalu beladan vermiş olduğumuz o sözü kalbimizin bir köşesine nakşetmişsek, bazen unutsak da, ilahi mesajı hatırlamak için dönüp yine ona bakmamız gerekiyor; istikametimiz bulmak için.


Onlarca islam beldesinde sürüp giden, savaş, kaos, zulüm ve işgale karşın Türkiyeli Müslümanlar olarak görece avantajlarımız var. İşte bu avantajlar aynı zamanda bize ekstra sorumluluklar getiriyor.


Son olarak yine Kur’an’dan bir ayeti kerime ile sözlerimi noktalamak istiyorum.


Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun 9)


Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize, geceniz hayr olsun.